Bu Blogda Ara

22 Mart 2009 Pazar

UNUTULMAYANLAR

Unutulmayanlar:
KÜLTÜRPARK TENİS KULÜBÜNÜN AĞZI OLSA DA ANLATSA
ELLİ’Lİ YILLARIM (1950-60)
Bir anı mı; çok var, neredeyse bir roman gibi… Aslında muhteşem, unutulmayan, örnek ve nostaljik bir dönem…Tenis bize çok yeni; nasıl başlandıysa hatırlamıyorum, arkadaşlarla sokağımızda iki ağaç arasına ip gerip, sandık altlarından çıkarılmış eğri büğrü tahta raketlerle (benimki yengemindi, Sürhay’ın (Resmor) ki ise galiba annesinin) ve eski püskü toplarla kendimize göre ping pong gibi oynamaya çalışıyorduk. Sürhay’ın annesinden duyduğumuz kaideleri bile uyguluyorduk.

Bu sokak oyunları sayesinde sokağımızdaki büyükler (galiba Sayın Fahri ERON’du) tarafından farkedilip kulaklarımızdan çekilerek bu kulübe yönlendirildiğimizden, daha doğrusu ayak bastırıldığımızdan beri neredeyse 58 sene geçmiş. Dile kolay 52 sene bu…O zamanlar ben 9-10 yaşlarındaydım.Kulüp bizim yeni hayatımız olmuştu. Hiç yabancılık çekmedik, çünkü kulüp sanki bizim mahalleydi. Sokak aralarında ki şamata burada da aynen devam ediyordu. Bereket, Halil Dirmilli vardı, Halil ağabey, rahmetli babamız, hocamız, antrenörümüz, velhasıl her şeyimiz idi. Karşıyaka’da oturur, sabahları erkenden kulübün yolunu tutardı. Sola sağa ağırlığını vererek yürürdü. Ağzından kulüp sigarası hiç eksik olmazdı, sessiz, sakin ve huzur veren bir insandı. Bize raket tutmayı, pozisyon almayı, klasik tenisin temellerini öğreterek yolunuza devam edin dedi. Çalışın, çok çalışın derdi. Ne öğrendiysek hep ondan öğrendik. Bugün SPİN’I beceremiyoruz ama ondan tenisin özü ve aslı hakkında öğrendiklerimiz ile bayağı idare ediyoruz. Nur içinde yatsın…Bizlerde ona uyduk ve sözünü dinledik: çok zaman sabahları saat 5-6 arası kulübe gelir, kort işçileri gelmeden kortları silindir çekerek hazırlamaya çalışırdık. Aslında silindirler çok ağırdı ama birbirimize destek olarak bu işi tamamlardık. Ben cılızdım ve başta Sürhay olmak üzere arada sırada beni idare ederlerdi. Sürhay dedim de aklıma geldi. Sürhay, şimdi İstanbul’da yaşıyor ve tenis’e devam ediyor, bizim kokulu sokağımızdaki yan komşu; benim en eski arkadaşım… Hala doğum günlerimizde bir birimizi ararız.

Arkadaşlarımız çoktu, grubumuz kalabalıktı: unutmadıklarımdan ve çoğunla hala beraber olabildiğimiz, ancak tenisten kopmuş olan Sevgili dostlarım Rami BERKİ, Metin BELBEZ (İstanbul’da), Altan ERİŞ Amerika’da, Şekip ALTAY ve Ateş ÖZERK, bereket onlar yakınlarımızdalar, İzzet ZAVARO İstanbul’da, Goslay ve çatlak Mehmet Çeşme’de; Freddy’yi nerelerdedir kimse bilmiyor ve sonradan bizlere katılan Mustafa TANIK’nın küçük kardeşi Atilla, arkadan Ramih CANKUR (rahmetli), KURU (takma ismidir, ismini hiç öğrenemedim) gibi topçuluktan yetişme tenisçi, Adli BAYMAN (rahmetli) ve Atilla gibi (soyadını bilmiyorum) birçok gelip geçici, maymun iştahlı genç, eski rakibim, sonradan milli olan Enis BERKİ ve tabii hepinizin yakınen tanıdığı, kortlarda hala zevkle seyrettiğimiz ve yılların oluşturduğu muhteşem tenis bilgisini ve stilini yorulmadan herkese öğretmeye çalışan, hakiki veteran sevgili dostum, mahalle arkadaşım Mustafa TANIK, kız arkadaşlardan Tüla TANSU, Bige KİBAR (ÖZGENER) (rahmetli), Tülin gibi çoğu Gazi İlk Okulu’ndan, Sen Jozef’ten eski arkadaşlar. Bizler kulübün minikleriydik. Bizden önce tenise başlayanlar ise bizden biraz büyük olan ağabeylerimiz (o zamanlar saygıdan, bir iki yaş fark için bile ağabey denirdi) Esin ÖZGENER , Gür ÖZBELGE, Seli KİBAR, Berk KOÇER (rahmetli) Fabio ve Ziya ise kulübün gençleri (juniorlar) idi. Henry GUYS, Jacques GALİKO, Jean Pierre İCARD, DALVA, Alex BALTAZZİ, Bruno KORSİNİ (İzmir’in spor simgesi idi, rahmetli), Remo AMADO, Aksel LOCHNER’de tenis oynarlardı; kah Buca’da, kah küçük kulüpte, kah burada… Bayanlarda Sevim BARULAY, senelerce Türkiye şampiyonu olan Gönül ERK, Özen BERK (rahmetli) sivrilenlerdendi. Jim GİRAUD (en yaşlımız) ve arkasından Hayri ŞEN, Beliğ BELER, TEZOL kardeşler, Eric LOCHNER, PARADİSO, SOLARİ, ALMAZLINO ağabeylerimiz unutulmayanlardandır. İsimlerini unuttuklarım var ise lütfen beni affetsinler… Ne de olsa 50 küsür sene geçmiş aradan…

Biz orada sabahın ilk saatlerinden hava kararana kadar kendi minikler dünyamızda durmadan tenis oynar, mutlu ve yorgun yaşardık. En büyük lüksümüz akşamüzeri Gündoğdu da BEYAZ KÖŞE’den salamlı sandviç yiyip buz gibi tuzlu ayran içmekti. Çünkü Halil abimiz özellikle oyun oynarken bize su içmeyi yasaklamıştı. Su içersek dalaklarımız şişer ve oyun sırasında koşamazmışız! Bizde tabi ki bunu uygulardık. Uygulardık ta farkında olmadan güçten düşer, kendimizi yorgun ve nefessiz hissederdik. Nedenini, tam tersi bir uygulamayla şimdi daha iyi anlıyorum. Tabii ters adele çalıştırdığı için denize girmemiz de yasaklanmıştı. Pek uymazdık ama uymuş gibi gösterirdik.

Kulübümüz o zamanlar daha büyük idi: şimdiki 3.cü kortun arkasındaki çocuk ve oyun bahçesinin arazisi ile 1.ci kortun açık hava tiyatrosuna bakan kısmı kulübe aitti. Buralarda ki şimdiki devleşmiş çamlar o zamanlar boylarımızdan biraz büyüktü. Zaman gelir yorgunluktan oralarda uyurduk. Büyüklerimiz de kenarda pişti oynarlardı. Büyüklerin soyunma odasına giremezdik, Onların yanında konuşulmazdı bile; çok ayıptı. Yeni top gördüğümüz yok gibiydi, kopan tellerimiz Halil Ağabeyin büyük ustalığı sayesinde gergisinden (tansiyon) hiç bir şey kaybetmeden tek tek değiştirildi. Düz ama beyaz JİSLAVED marka üstleri bez lastik ayakkabılar giyerdik. Kortlar o zaman kırmızı topraktı. Akşamları eve döndüğümüzde ayaklarımızı arındırmak hiç kolay olmaz dı. Çoraplarımız ise arınacak gibi olmazdı. Annelerimizin en büyük şikayeti ise tabii ki bu çoraplardı. Ama babam sayesinde bana hiç söylenmezdi. Çünkü kulüp bizleri, o zaman ki deyimle sokak çocuğu olmaktan kurtarmış, güzel ve medeni bir uğraş içine itmişti. Emin ellerdeydik. Babam bu yüzden çok mutlu ve huzurluydu. Ancak benim içimde hala unutamadığım acı bir şey vardı: ne annem, ne babam, ne de ablamla ağabeyim, şimdiki anne-babaların tam aksine, benim sürekli tenis oynadığım bu on senelik dönemde kulübe gelip bir gün bile beni seyretmemişlerdi. Nedenini bir türlü ve hala anlayabilmiş değilim.

Bu kulübe ayak bastığımızdan 6-7 sene sonra, çalışmalarımız ve sebatımız sayesinde tenisimiz gelişmiş, turnuvalarda başarılar elde etmiş, Ankara’ya, İstanbul’a Türkiye şampiyonalarına gönderilmeye başlamıştık. Eski minikler artık ciddi junior tenisçiler olmuştu. Babam beni buralara yollamaz diye çok endişelenmiştim. Ancak hayret, hiç itiraz etmediği gibi beklediğimden daha fazla harçlık verirdi yanıma. Turnuvalar sırasında kız arkadaşlarımız bizi seyretmeye ve alkışlamaya gelirlerdi. Şimdiki modern tribünlerin yerinde, yığma küçük bir tribün vardı; küçüktü ama tıklım tıklım dolardı. O zamanlar kulüpteki bir turnuva İzmir için büyük bir olaydı. Oyuncular da, seyircilerde bu güzellikler için bayağı hazırlanırlardı. Bizler bembeyaz atletlerimizi giyer çıkardık kortlara. O zamanlar ne t-shirt vardı, ne de biz “Lacoste”’u bilirdik. Gazeteler turnuva haberlerini ve neticeleri resimleriyle beraber her gün yayınlarlardı. Gazetelerde resimlerimizin, haberlerimizin çıkması biz küçük tenisçileri çok sevindirirdi. İlk kupam, kırıldı ama hiç unutmadım, küçük camdan şirin bir kürdanlıktı. Çok yağmur yağan İzmir’de toprak kortların bakımı hemen hemen imkansızdı. Kortlar eylül ayı sonlarında, tekrar mayıs başlarında açılmak üzere kapanırdı. İlk zamanlarda ne yapacağımızı şaşırır, sudan çıkmış balığa dönerdik. Mayıs ayını iple çekerdik. Arada bir kulübe kortları kontrole gittiğimizde kortlardaki otların boyumuzu geçtiğini görünce şaşırırdık. Neticede tenisimiz kışın tatile girerdi. Ancak 1955 yılında ben Galatasaray Lisesine gidince, hocalarımızı da içine katarak orada takım oluşturup okulun merkezinde ki beton kortta tenis’e devam ettik. Hatta öyle ilgi gördük ki müdüriyet bizim takımı, TED kulübünde Türkiye’nin en iyi “slice back-hand’”i olan rahmetli Fehmi KIZIL’a emanet edip antremanlara göndermeye başladı. Bu benim için büyük bir şans oldu.

“Bir keresinde Türkiye Junior şampiyonası için İstanbul’a gitmiştik. Çiftlerde partönerimin her zamanki gibi Sürhay RESMOR’du. Biz takım halinde tepebaşında bir otelde, o da anadolu yakasında bir akrabasında kalıyordu. Ertesi gün çeyrek final maçını saat 10.00’da oynayacaktık. Ayrılmadan uyarmıştım ama sabah kulüpte saat 10’a beş kala olmuş ve Sürhay görünürlerde yoktu. Telefonla ulaşmak bir sorun, karşı taraf şehirlerarasından aranıyor. Tam şimdiki gibi! Ben sinir içindeyim. Şampiyona bu ve biraz sonra bizi hükmen mağlup sayacaklar. İzmir’den kalk gel ve beyefendinin sorumsuzluğu yüzünden hükmen yenilmiş ol, kulübümüze ne cevap veririz sonar? Yerimde duramıyorum… Elimde raket, burnumdan soluyorum… Aaa, birden sırıtarak ve koşan bir adam, benim tarafıma doğru geliyor ama bana bakmamaya çalışıyor, suçunun farkında. Raketi üstüne sallıyorum, o ise zıplayıp kendini kurtarıyor. Büsbütün kızıyorum… Neyse korta giriyorum, tabii soyunup o da sonunda yerini alıyor. Konuşmuyoruz, bakışmıyoruz bile. Sözde partöneriz… Sinirim geçmemiş ve O yine sırıtıyor zannediyorum. Birden volede bir top yakalıyorum... Patlatıyorum, evet top zavallı rakibimin sırtında, o hışımla öyle bir vurmuşum ki rakip yerlerde. İstemeyerek te olsa kızgınlığımı ondan çıkarmış oluyorum. Üzülüyorum ama ne işe yarar. Sonunda kaybediyoruz, nedense gülerek kaybediyoruz, sinirden olsa gerek ve onlar finale çıkıp şampiyon oluyorlar. Sürhay’ı beklerken geçirdiğim sıkıntılı anları Siz unutabilirmiydiniz acaba …”

“59 senesi zannediyorum- Rami Berki tam tarihini verebilir size, o bu tip detaylardan çok emindir, hiç unutmaz - santrkorttayız, saat 11.00. Çiftler final maçı. Rami ve Enis kardeşler beraber oynuyorlar; ben ise Sürhay’layım. İki taraf da çok iddialı. Karşılıklı güzel hareketler, güzel puanlar-çekişme devam ediyor. Saatler ilerlemiş, setler bir bir. Heyecan dorukta. Son sette 5/5 iken 40/15 ilerdeyiz, Sürhay servis atıyor… Servisi de kuvvetli, güzel bir servisle oyunu alıp 6/5 öne geçebiliriz. Rakip ise sinirli ve tedirgin! Evet, nefis bir servis atıyor Sürhay, bende fileye yapışmış pür dikkat hazır bekliyorum, ama ne o! o güzelim servise Enis, gözünü karatmış öyle bir vuruyor ki topu görmeye, kolumu kıpırdatmaya imkan yok, top yanımdan geçip arkamdan bayağı içerde. Sonrasını sormayın. Sevgili Sürhay bana kızgın, şansına vurulan topa kızgın ve önce oyunu, sonra da maçı veriyoruz.”İşte unutamadığım bir iki sportif anı, nasıl da unutulsun!!!

Bütün bu güzelliklere rağmen, ülkemizdeki eğitim problemleri dolayısıyla Üniversite de okumak üzere Fransa’ya 1961’de hareket ederken, ne kafadır bilmiyorum, Tenis le olan çok sıcak ilgimi yanıma almayı akıl edemedim, kimsede uyarmadı ve maalesef senelerce Tenisin en önemli merkezlerinin birinde tenis’i yaşamadan yaşayabildim. Neler kaçırmış olabileceğimi, bugün bir veteran olarak çok iyi anlıyor ve hayıflanıyorum.Ancak bugün, 52 sene önce başladığım gibi tekrar tenisin tam içinde olmaktan dolayı son derece mutluyum. Bu mutluluğumun bir nebze dahi azalmaması için dua ediyorum. Umarım, benim gibi torunlarım da tenisi severler ve beni de hatırlayarak kortlarda zevkle, başarıyla raket sallarlar.
18 Kasım 2002
Necdet KESTELLİ